1000 Kayseri Fıkrası


151- AMAN DÜŞMANIN TOPU DA VARMIŞ 
Halen şehrimizde olduğu gibi eski zamanlardan beri her semtte bir 
mahalle kahvesi vardı. Fakat o zamanlar bu kahvehanelere şimdiki gibi çoluk çocuk toplanıp tavla, iskambil, v.s. ile vakit öldürmezlerdi. O mahallenin ihtiyarları aklı başında bulunanları mahallenin özelliklerine dair görüşmeler yaparlar veya fıkralar, hikayeler anlatarak vakit geçirirlerdi. İşte bu kahvehanelerden birisi de Yerebatan mahallesindeydi. İncili Çavuş o mahallede oturduğundan ara sıra akşamları, bazen sabahları  dost sohbetlerine katılırdı. Adı geçen kahvehaneye devam edenler arasında birkaç tane ihtiyar, afyonkeş tiryaki vardı. Bunlar sabahtan akşama kadar kahvenin bir köşesini işgal ile orada mangalı önlerine alarak dünya haberlerini, siyasetleri tenkitle saçma sapan bir şekilde meşgul olurlar diğer devam edenleri taciz ederlerdi. 
Bir gün kahveci bunlardan şikayet etmiş ve başından defedebilmek için bir çare bulamadığını söylemiş. İncili, eğer müsaade ederse ertesi gün onları bir daha kahveye gelip herkesi rahatsız etmekten vazgeçireceğini söyleyince kahveci sevinerek kabul etmiş. Ertesi gün İncili, sabah erkenden bir okka iri Bursa kestanesi almış, mangala koydurmuş. O sırada tiryakiler birer birer gelerek mangalın etrafına toplanmışlar. Adetleri üzere öteberi konuşmaya başlamışlar. O esnada içlerinden biri muhaberelerden, zapt olunan kalelerden bahis açarak: 
-Efendim, askerler filan kaleyi fethettik diye övünürler. Sanki bu da bir işmiş, kaleyi almaktan kolay ne olur? (Eline maşayı alarak) mesela işte şu mangal kale, şu maşa da merdiven. Kalenin yanına gelir, şöylece merdiveni duvara dayarsınız. (Maşayı mangalın kenarına dayayarak) Şöylece basamaklarına birer birer basarak yukarı çıkarsınız. İşte zapt olundu. Bu da bir şey mi? 
Diğerleri: 
-Hay hay öyle ya. Merdivenlerden çıkıver, içeri giriver. Oldu bitti. 
Tam o sırada önceden İncili Çavuş tarafından ateş altına dizilmiş olan kestaneler birer birer patlamaya başlayınca yutmuş oldukları afyonun tesiriyle fena halde ürkmüş, arkası üstü devrilmiş olan tiryakiler hep bir ağızdan: 
-Aaaa! Düşmanın topu da varmış 
diye bağırmışlar. Bir yaylım ateşi karşısında kalmışlar gibi yattıkları yerden kalkmaya cesaret edemeyerek aralarında: 
-Yahu Ahmet Efendi yaralanmış! 
-Ben pek iyi bilemiyorum amma galiba yaralı değilim. 
-Siz Hüseyin Efendi ne haldesiniz? 
-Ben de yaralı değilim amma fena halde ürktüm. 
Gibi söz alışverişi ettikten sonra güçlükle kalkıp oturmuşlar ve o günden sonra mangalın etrafına toplanıp herkesi rahatsız etmekten vazgeçmişler. 
(Ömer KAHRAMAN) 


152- KABAHAT SİZDE
Bir gün padişah hazretleri İncili Çavuşa bir altın saat ihsan eder ve:
- Bunu benim yadigarım olarak muhafaza et, diye emir eyler.
İncili eve gelip saati dolaba koyar. Birkaç gün sonra dolapta saati göremeyince aşırıldığını anlar. Hizmetçiyi sıkıştırır. Saati çalıp bir dükkancıya sattığını bildirirse de dükkancı hemen inkar ile saati geri vermez. İncili biraz da boşboğaz olduğundan bu olayı bir türlü gizleyemeyerek saraydan herkese anlatır. Fakat:
-Bana efendimiz yadigar olmak üzere muhafaza et buyurdular, sakın duymasın bana gücenir, demeyi de unutmaz.
Muziplerden biri durumu padişaha arz ile İncilinin saatin çalındığından efendimiz haberdar olmasın diye yalvardığını pek ziyade korktuğunu haber verir. Ertesi gün İncili huzura girince padişah birden bire sorar:
-İncili, geçen gün benim verdiğim saati çaldırdın mı?
Padişahın bundan haberi olmadığını zannetmekte olduğundan birden bire sorulan bu soru üzerine şaşalarsa da kendini toparlayarak:
-Evet efendim çaldılar.
-Ben sana bunu muhafaza et diye söylemedim mi?
-Söylediniz efendim.
-O halde niçin muhafaza etmeyip çaldırdın?
-Efendim bunda kabahat benim değil sizindir.
-Niçin kabahat benim olsun?
-Efendim, siz bana çalınır saat vereceğinize çalar saat ihsan buyursaydınız çalınmazdı.
Bu cevap padişahın hoşuna gider ve derhal gayet kıymetli çalar bir saat ihsan eder. (Ömer KAHRAMAN)

153-GÜZEL BİR CEVAP
İncili Çavuş birkaç sene padişahın hizmetinde bulunduktan sonra
izin alarak memleketine gitmiş. Orada o zamanlar Müslim adı verilen kaza kaymakamının zalim, cahil, kibirli, yıkıcı bir adam olup halka türlü türlü işkence ve mezalim ile soymakta, kasıp kavurmakta olduğunu görmüş. Bir gün ziyaretine gelmiş olan o yerin itibarlıları ve ileri gelenlerine:
-Bu zalim için neden valiye şikayet edip yenilenmesi ve değiştirilmesi hususunda çalışmıyorsunuz?
Diye sormuş, onlar da:
-Efendim faydası yoktur. Çünkü Müslim, valinin çok sevdiği bir adamdır. Ne kadar şikayet etsek dinlemeyecek, o da benden şikayet ettiler diye zulmünü arttıracaktır.
Cevabını vermişler. İncili:
-Böyle susup oturmak olmaz. Herhalde bir teşebbüs lazımdır. Bana kalırsa yarın bir kaçımız birleşerek vilayet merkezine gidip paşaya durumu etraflıca anlatalım, şikayet edelim olmazsa İstanbul’a şikayetlerimizi arz edelim.
Belde ileri gelenleri buna muvafakat etmişler ve ertesi gün İncili ile birlikte 4-5 kişi vilayet merkezine gitmişler. Müslim bunların gittiklerini öğrenince durumu derhal valiye yazı ile bildirmiş, şikayetlerine önem verilmemesine arz etmiş. İncili ve arkadaşları vilayet merkezine vardıklarının ertesi günü doğruca valinin ziyaretine gitmişler. Vali misafirlerini huzuruna kabul edip hürmet ve iltifat göstermiş:
-Müslim ne haldedir. İnşallah rahat ve afiyettedir, kendisini pek severim. Çünkü doğru, muktedir, faal, adil bir zattır. Orada bulunduğu iki sene zarfında kazanıza büyük hizmetler yaptığına eminim demiş. İncilinin arkadaşları valinin bu sözlerine karşı:
-Efendim yanılıyorsunuz, bu adam zalim, cahil ve yıkıcı bir adamdır, demeye cesaret edememişler ve şaşırıp kalmışlarsa da İncili heyet adına derhal söze başlayarak:
-Evet efendim, Müslim buyurduğunuz gibi hatta daha fazla bile iktidarlı ve doğru bir zattır. Kendisinden bütün kazamız halkı son derece memnundurlar. 2 seneden beri memleketimizde cidden hizmete muvaffak oldular. Bizde özellikle adı geçenden dolayı size teşekküre geldik. Ancak şu hususu düşünüyoruz ki Osmanlı memleketi yalnız bizim kazadan ibaret değildir. Her yer adalete, ıslaha, ilerlemeye, hizmete muhtaçtır. Bu zatın iktidar ve meziyetlerinden iki senedir kazamız istifade etti. Şimdilik bu kadar istifade yeter ve diğer kazalardaki ahali kardeşlerimiz olduğundan onların da istifade etmelerini cidden arzu ediyoruz. Bununla beraber gayretli ve doğru Müslim diğer bir kazaya nakletmenizi rica ederiz, cevabını vermiş, bu cevaba karşı paşa gülerek:
Müslim’i diğer bir mahalle nakil ve havale ile o kazanın başından bu belayı kaldırmıştır. (Ömer KAHRAMAN)


154- BU KÖR ATIŞI DEĞİL
Bir gün padişah hazretleri tebdili kıyafet olarak İncili Çavuş ile
beraber yürüyerek gezmeye çıkmış, dolaştıkları sırada iki gözü âmâ bir dilenciye tesadüf eylemişlerdir. Padişah İnciliye bununla eğlenmesini emretmiş. Çavuş derhal bunun karşısına gidip kendisini de âmâymış gibi göğüs göğse dilenciye çarpmış. Dilenci:
-Ben körüm sen de mi körsün?
-Evet ben de körüm.
-Öyleyse arkadaşız. Haydi beraber gidelim.
İncili kör dilenciyle beraber yavaş yavaş yürümeye başlamış. Biraz yürüdükten sonra:
-Arkadaş, hayır sahibi biri bugün bana para verdi. Fakat bu paranın kaç lira olduğunu fark edemedim. İşte bak, diyerek kör dilenciye bir altın vermiş. Dilenci bunu elinde yoklayıp altın olduğunu anlayınca hiç ses çıkarmayarak bir tarafa sıvışmış. Bir iki dakika bekledikten sonra İncili:
-Yahu arkadaş neredesin?
....
-Canım ne oldun, nereye gittin?
.....
O sırada ama dilenci duvarın dibine sinerek âmâ zannettiği diğer dilencinin oradan gitmesini beklemiş. İncili yerden bir taş alarak:
-Yarabbi paramı alıp kaçan körün başına bu taşı getir, diye bağırarak taşı atmış. Tabii ki dilencinin başına gelerek acıtmışsa da bunun bir tesadüf eseri olduğuna şüphe etmeyen dilenci hemen olduğu yerden biraz öteye gitmiş. İncili diğer bir taşı alarak:
-Yarabbi bu taşı paramı alıp emanete ihanet eden körün omzuna rast getir,
Diyerek taşı atmış ve bu defa da omzuna vurmuş. Kör biraz daha öteye gidip sinmiş. İncili tekrar bir taş alıp:
-Yarabbi sen sırları ve gizlileri bilirsin. Bu taşı altınımı alanın sağ ayağına rast getir,
Diyerek atmış ve taş da herifin sağ ayağına düşerek canını yakmışsa da yine ses çıkarmamış. İncili tekrara bir taş alarak:
-Yarabbi bu taşı o hırsızın göğsüne rast getir,
Diyerek atmış ve taş söylediği gibi göğsüne vurmuş olduğundan kör bağırmış:
-Gel arkadaş gel de paranı al. Zira bu taşlar kör taşına benzemiyor.
Bunu biraz ötede durup seyretmekte olan padişah hazretleri kör dilencinin durumunu, hareketlerini gördükçe pek çok gülmüş ve ondan sonra dilenciye bir kese altın vererek hatırını almıştır. (Ömer KAHRAMAN)



155- GÖZLERİNİ KORUMAK LAZIM  
Çok çok zengin, mağrur ve kibirli olduğu halde son derece ahmak, mecnun denilecek kadar biri varmış. Bu adamın tek arzusu bir eyalet valisi olmak bu sayede çalım satmak olduğundan bu konuda her çeşit çalışmayı yapar, birilerini rahatsız edermiş. Ancak servet ve zenginliğinin hat ve hesabının olmaması, arzusunun yerine gelmesi için her türlü fedakarlıktan çekinmediğinden bunu kırmak kendisine “bu mümkün değildir,olmaz” cevabını vermek dahi istenilmezmiş. Bunun zorlama ve ısrarına rica ve niyazına dayanamayan o zamanın veziriazamı bir gün buna demiş ki:
-Sizi bir eyalete memur etmek hususuna karar verdim. Ancak şimdiye kadar bu gibi hizmetlerde bulunmamış olduğunuzdan bazı yanlış muamele yapmayla devleti zarar ettirmeniz ihtimaline binaen mahiyetinize kullarımızdan İncili Çavuşu vereceğim. Onun tedbiri ve görüşü ile hareket etmeyi, sözünden çıkmamayı vaat eder misiniz?  
Dünyada yegane emelinin bu sayede hasıl olacağını anlayan bu zat mufakat etmiş. İncili Çavuşun vesayetini tamamı ile kabul ve taahhüt eylemiş  olduğundan sadrazamın arzı ile adana vilayetine vali tayin ettirmiş. O sırada İncili Çavuş padişahın sarayına girmemiş olup, veziriazamın nedimiymiş. Paşa adı geçeni çağırarak:
-İncili, felanı tanırsın ya.
-O kibirli budalayı mı?
-İşte onu Adana eyaletine tayin eyledik.
-Ama efendim bu nasıl vali olur?
-Rahat vermemesinden, baş ağrıtmasından usandım. Zaten maksadım onu vali tayin etmek değil. Valilik edemeyeceğini kendisine anlatmak ve bu sevdadan vazgeçirmektir. Bunun için kendisi ile sözleştim. Seni onun beraberine vereceğim. Beraber Adana’ya gidecek, memleketin idaresine bir zarar gelmemesine bakmakla beraber kendisini bu sevdadan uzaklaştıracak şekilde hareket edersin, anladın mı?
Bunun üzerine veziriazam yeni valiyi çağırarak memuriyetinin tebliğ etmiş ve İnciliyi beraberinde vererek hemen yola çıkmalarını emreylemiştir. Vali, sadrazama sözü gereğince o günden itibaren her bir hususta İnciliyle görüşmeye adı geçen ne söylerse onu yapıyormuş. Vali Adana’ya yakın bir yere gelince kendisini karşılamaya gelen beldenin ileri gelenleri ve itibarlılarına İncilinin tavsiyesi üzerine yalnız bir selam vermeyle yetinip yola devam eylemiş. İncili ise valinin iktidar ve meziyetlerini, ilim ve fazlını uzun uzadıya övme ile karşılayıcıları hayran bırakmış. Şehre ulaşıp, hükümet dairesine inince İncili paşayı odasına ulaştırarak:
-Biraz sonra beldenin ileri gelenleri ve itibarlıları usul olduğu üzere huzurunuza kabul edeceğiz. Böyle yerlerde daha ilk karşılamada halkın gözlerini korkutmak, onlara hükümetin kudret ve büyüklüğünden numuneler göstermek  gerekir. Eğer bugün sizden korkmazlar ve çekinmezlerse burada işlerin idaresi kabil olmaz. Şimdi ben gidip onları huzurunuza getireceğim, zaten yoldayken gereken makalları yaptım. Siz de bunlarla görüştüğünüz zaman ona göre hareket ediniz. Gözlerini korkutmayı unutmayınız.  
-Peki hala, gerektiği gibi hareket ederim. Sen merak etme.
İncili misafirlerinin yanına giderek onları alıp valinin huzuruna götürmüş. Hepsi odaya girmişler. Oda da kimseyi göremediklerinden hayretle etraflarına bakmaktayken bir perdenin arkasından “böh böh” diye bağırarak tüylü bir şeyin atladığını görünce hepsi hemen kapıdan kaçmışlar, tabii olarak büyük bir korku ve telaş gösterip gürültü meydana geldiğinden İncili merakla odaya koşmuş. Valinin odasının ortasında kürkünü ters giymiş olduğu halde ayakta durduğunu katıla katıla gülmekte olduğunu görmüş. Hayretle sormuş:
-Öyle şey mi olur?
-Sen korkut demedin mi?
İş işten geçti. Kendinizin ne kadar budala olduğunuzu bir kere gösterdiniz. Artık burada kalmak ve icrayı hükümet etmek mümkün değildir. Birkaç gün sonra hazırlık görerek İstanbul’a dönmeliyiz,
demiş. Gerçekten valinin hiç önemi kalmayıp halk arasında deli vali denmeye başlanmış, bir hafta sonra İstanbul’a dönmüşlerdir. Vali, valilik arzusundan kesin olarak ayrılmış, bu memuriyeti yapacak iktidarı olmamasını anlamış ve bu sevdadan vazgeçmiş idi. (Ömer KAHRAMAN)

156- AYAKKABINI BEN ALDIM
        Bir gün İncili Çavuş bazı eşya satın almak üzere çarşıda dolaşmaktayken bir köşede tam bir sükunetle durmuş, rastlayacakları beklemekte bulunan bir fakiri görür. Adı geçenin durumu kıyafetinden görünen fakir haliyle beraber ağır başlılığı ve sükuneti nazar-ı dikkati çektiğinden yanına sokularak selam verdikten sonra konuşmaya başlar. Sorduğu sorulara aldığı cevaplar fakirin rint meşrep ve gönül ehli olduğunu gösterdiğinden ona bir iyilikte bulunmayı arzu eder. Zavallıyı yalın ayak gördüğünden ona bir kundura almayı uygun görerek der ki:
-Yahu erenler ayağınızın uryan olduğunu görüyorum . Eğer tarafımdan ufak bir yardımı hoş görürseniz size şuradan bir ayakkabı alıvereyim.
Fakir, Çavuşun bu teklifine tam bir memnuniyetle teşekkür beyan eylediğinden bir ayakkabıcı dükkanından yeni bir ayakkabı alınır. Ve zavallıya derhal giydirilir. Fakir İnciliye teşekkür ve dua ederek uzaklaşmaya başlar. O sırada Çavuşun yaradılışında muziplik ve şakacılık hevesi uyanarak bu fakirle latifeye karar vererek arkasından yürür. Biraz sonra der ki:
-Şişt arkadaş!
Fakir arkasından seslenenleri duyarak çavuşu görünce sorar:
-Aa, siz misiniz. Bir şey mi emrediyorsunuz?
-Rica ederim yürürken önünüze dikkatle bakınız. Sivri taşlar var. Ayakkabıyı yırtarsınız. Malum ya onu size ben aldım.
-Peki efendim.
Fakir yürümeye devam eder. Çavuş yine arkasından seslenerek:
-Şişşt bana bak.
(geri dönüp)
-Ne emrediyorsunuz?
-Önüne dikkatli bak ayakkabını kirletirsin. Malum ya onu sana ben aldım.
-Peki efendim dikkat ederim.
Diyerek yoluna devam eder. Bir dakika sonra İncili seslenerek:
-Şişşt bana bak.
(biraz öfkeli)
-Yine ne istiyorsunuz?
-O kadar hızlı yürüme ayakkabı eskir. Malum ya onu sana ben aldım.
Fakir hemen bir kenara çekilerek ayaklarından kunduraları çıkarıp İnciliye uzatır ve der ki:
-Rica ederim, şu ayakkabılarınızı alınız da işinize gidiniz.
-Niçin iade ediyorsun?
-Ben her dakika başıma kalkılan ayakkabıları giymektense yalın ayak yürümeyi tercih ederim.
Bunun üzerine İncili kendisini zarif zat olarak telakki eylediğinden bunu latife olmak üzere yaptığını, kendisinin İncili Çavuş olduğunu söyler ve bunun için gücenmemesini söyler. Fakir de ayakkabılarını giyerek oradan gider. (Ömer KAHRAMAN)

157- ONDAN AL ÖTEKİNE VER
İncili Çavuş memleketten İstanbul’a geldiği sırada bir müddet boşta kalmış ve getirdiği birkaç kuruşu harcayıp zarurete düşmüştü. Son günlerde yanına ancak iki akçelik bir tek sikke kalmıştı. O günü bununla savmak mecburiyeti hasıl olduğundan bir bakkala gidip bir akçelik peynir almış iki akçelik sikkeyi vermiş, bakkal sikkeyi çekmecesine atarak diğer bir işle meşgul olmaya başlayınca İncili sormuş:
-Üste bir akçeyi vermedin
-Ne demek? verdim ya.
-Vermedin, vermiş olsan ister miyim.
-Verdim, sen unutmuşsun.
-Dostum emin ol ki vermedin.
-Artık çok oluyorsun verdim. Bu vesileyle peyniri bedava mı almak istiyorsun.
İncili bakkaldan parayı alamayacağını anladıktan sonra “lahavle” diyerek oradan karşıdaki fırına gidip:
-Şuradan bir akçelik ekmek ver, demiş.
Ekmeği alınca yürümüş. Fırıncı parayı vermediğini görerek arkasından bağırmış:
-Hey arkadaş, haniya ekmeğin parası?
İncili dönüp öfkeyle:
-Verdim ya kaç kere para vereceğim.
-Canım vermedin.
-Sen unutmuşsun. Ekmeği istediğim vakit parayı verdim.
İncili yoluna devamla oradan savuşmuş epeyce uzaklaştıktan sonra demiş:
-Yarabbi sen bilirsin ki bakkal benden bir akçe fazla aldı. Ekmekçi de parasını alamadı. Artık ahirette sen bakkaldan al ekmekçiye ver. Bende hakkı kalmasın. (Ömer KAHRAMAN)

158- ZAHMETSİZ MAAŞ
Bir gün padişah devlet sarayının penceresinden Sarayburnu
açıklarında bir balıkçıyı akıntıya karşı pek çok zahmet çekmekte olduğunu seyrederken İncili odaya girmiş. Padişah onu pencerenin önüne çağırarak kayıkçıyı gösterir:
-Zavallı ne kadar zahmet çekiyor? Bu bir lokma ekmek için değil mi?
-Efendimiz herkes geçinmek için zahmet çeker. Yalnız dünyada bedava geçinen üç kişi var. Padişah hayretle sorar:
- Onlar kimdir?
-Biri silahtar ağanın imamı, diğeri kızlar ağasının berberi, üçüncüsü kulunuz.
-Ne demek istiyorsun anlamadım.
-Efendimiz silahtar ağa namaz kılmaz, imama maaş verir. Kızlar ağasının sakalı ve bıyığı olmadığı gibi başı da keldir. Berbere boş yere maaş verir. Kulunuz da efendimizi güldürür ve hiddetinizi ortadan kaldırarak kullarınızdan maaş alırım.
İncilinin bu sözleri padişahı haylice güldürmüş ve öfkesini ortadan kaldırmış. Meğerse o gün padişah bir iş için fena halde öfkelenmiş bu kızgınlığın önünü almak için saray erkanı İnciliye bir çok ikram vaat etmişler. (Ömer KAHRAMAN)

159- SOĞUK GİRMESİN
Adam sobayı kurar, yakar. Soba başlar tütmeye. İçeride dumandan durulmaz. Adam ne yapsa çaresiz, sobayı dışarıya çıkarır, boruyu evin içine verir. Alır sandalyeyi oturur sobanın başına. Bu arada kardeşi gelir, bakar duruma:
- Abi sen ne yapıyorsun?
Adam:
- Kardeşim avlu kapısını kapat soğuk girmesin. (Bahtiyar KOÇ)

160- SALATANIN SOĞANI
Turanlı köyüne Ekinli köyünden Hamdi isminde bir hoca gelir. Hoca hep yüksekten atmaktadır. Köylüler de hocaya karşı bir densizlik olmasın, saygıda kusur etmeyelim diye durumu makul karşılamaktadırlar. Fakat durum öyle bir hal alır ki, artık hocaya biri haddini bildirmelidir. Bir gün cemaat sohbet halindeyken hoca başlar anlatmaya:
-Birinde Adana’ya gitmiştik. İşçiler merdivenle domates topluyordu.
Cemaatten Hasanın Hacı denilen kişi söze karışır:
-Bende bir zamanlar çalışmaya gitmiştim. Tarlada birkaç kişinin kössükle bir şey çıkartmaya çalıştıklarını gördüm. Yanlarına vardığımda baktım ki soğan söküyorlar, der.
-Bu kadar da olmaz ki, der Hamdi Hoca.
-Niye olmasın, senin domatese ancak bu soğan salata olur.
(Bahtiyar KOÇ)

161- KAFADARLARIN YEMEĞİ
Turanlı köyünden üç kafadar Kayseri’ye çalışmaya gider. Öyle vakti geldiğinde acıkırlar. Bir fırının yanında ne alıp yiyeceklerini tartışmaktadır.:
-Üzüm alalım.
-Çöpü vardır, olmaz.
-Karpuz alalım.
-Olmaz, çekirdeği, kabuğu vardır.
-Et alalım, en iyisi et.
-Onun da kemiği var ya.
-Artık bir şeye karar verelim de karnımızı doyuralım.
-Ben buldum ciğer alalım.
-Tamam.
Ciğere karar kılan kafadarlar ciğeri alıp fırına verirler. Konuşmalara önceden kulak misafiri olan fırıncı çağırır:
Turanlının ayanları
Kemiksiz et yiyenleri
Koşun gelin
Ciğer tavadan taşıyor, der. (Bahtiyar KOÇ)

162- UZUN KUYRUK
Turanlı köyünde avcılar Duran Ali Koç isimli şahsı başkan
seçerler. Aslında Duran Ali Koç’un avcılıkla hiç mi hiç alakası yoktur. Yalnız av sonunda davet işini organize edecektir. Avcılar giderler, gelirler. Koç:
-Hani arkadaşlar böyle avcılık mı olur?
Avcılar yine giderler, gelirler. Sadece bir tilki:
-Hani arkadaşlar bula bula bunu mu buldunuz!
Avcılar bir türlü bir tavşan vurup gelemezler. Başkanın her karşılamasında ümitleri boşa çıkmaktadır. Avcılar yine bir gün avladıkları bir tilkiyle dönmektedirler. Başkan:
-Galiba bugün tavşan yiyeceğiz! Getirdiniz değil mi?
-Yok başkanım yok.
-Yine uzun kuyruk ha! Ben bu başkanlığı bırakıyorum. (Bahtiyar KOÇ)

163- ATTAN İNİNCE BOŞ OL    
      Kapalıçarşı’da halı satıcılığı yapan Mehmet Usta, dükkanı kapatıp atıyla bağdaki evine doğru yola çıkar. Yolda yağmura yakalanır, eve geldiğinde atın yularını tutması ve heybeyi indirmesi için hanımını çağırır. Ocaktaki yaş odunları üfleyerek yakmaya çalışan genç kadın, kocasının eve geldiğini duymaz. At üzerinde iyice ıslanan Mehmet usta sinirlenir ve hanımına:
-Attan aşağı inince boş ol,
diyerek bağırır. Attan inince hanımını boşayacağını ve yeniden evlenmesi için hülle evliliği yapılması gerektiğini bilen Mehmet Usta sabaha kadar atından aşağıya inemez ve geceyi at üzerinde geçirir. Sabah erken saatlerde şehre gelen Mehmet Usta cami önlerine giderek hocalardan derdine çare bulunmasını ister ama bir sonuç alamaz.  At üzerinde dolaşırken, tanıdığı biri Ulu cami önündeki güney müftülerine danışmasını söyler. Cami avlusunun güney bölümünde güneşlenerek dini konularda ahkam kesen bir yaşlı, derdini dinlediği Mehmet Ustaya:
-Buradaki arkadaşlara öğle yemeğinde fırın ağzı yedirirsen seni bu dertten kurtarırım, der.
Teklifi kabul eden Mehmet Ustanın atını bir söğüt ağacın bağlayarak bir dala tutunmasını söyler. Söğüt ağacındaki bir dala tutunan Mehmet usta bindiği atın yularından çekilerek yürütülmesinden sonra tırmandığı ağaçtan aşağıya düşer ve attan aşağıya inmediği için de hanımını boşama zorunluluğundan kurtulur. Dini pratik çözümler üreten güney müftüleri ise bedavaya getirdikleri fırın ağzını afiyetle yerler. (Vedat DOĞAN)



164- PASTIRMA SUCUK FABRİKASI
Kayserili bir tüccar, mal almak için İstanbul’a gider. Alışveriş yaptığı bir Yahudi tüccar, övünmek için bir fabrikayı gösterir ve:
-Bu fabrikanın bir ucuna demir sac koyuyorlar, öbür ucundan otomobil, kamyon çıkıyor, der.
Altta kalmak istemeyen Kayserili ise şu cevabı verir:
-Kayseri’de de büyük bir sucuk pastırma fabrikası var. Bir ucuna koyun ve inek koyuyorlar, öbür ucundan pastırma ve sucuk çıkıyor. Bir gün deneme yapmak için fabrikayı ters çalıştırıp, bir ucuna pastırma sucuk koymuşlar, fabrikanın öbür ucundan koyun ve inek çıkmış.
(Vedat DOĞAN)

165- DELİKLİ KABAK  
Kayseri’nin Tavlusun köyüne Talas ilçesinden kabak getiren Ahmet Emmi, bozuk paraları delerek oyduğu bir kabağın içine atar. Kabakları bitiren Ahmet Emmi, içerisinde paraları sakladığı kabağı da yanlışlıkla terazide tartıp sattığını anlayınca köyün tellalını yardıma çağırır. Köy tellalı, Tomsu adı verilen köy meydanında ve sokak aralarında başlar bağırmaya:
Tomsuya kabak gelmesin mi?
Ağalar, beyler kabak yemesin mi?
Delikli kabağı bulan getirsin
Delikli kabağı bulan getirsin
Köy tellalının çağrısından bir sonuç çıkmaz ve Talaslı Ahmet Emmi, sattığı kabakların parasını sakladığı delikli kabağı bulamaz. (Vedat DOĞAN)

166- DIŞARIDA ORTAĞIM VAR
İncili Çavuşun padişahın sarayında çalışan ve padişahı eğlendiren,
güldüren komik bir insan olduğu herkesçe bilinmektedir. Bir gün padişah İncili Çavuşu yanına çağırır ve der ki:
-İncili Çavuş sen artık yaşlandın, senin yerini dolduracak birisini bul.
Bu emir üzerine İncili Çavuş çıkar yola. İlk önce kendi memleketi olan Kayseri’ye gelir. Köy köy kasaba kasaba gezer. Bir gün bir köy çeşmesinde su içerken bir adamla tanışır. Biraz sohbet eder ve aradığı adamı bulduğuna inanır. Başlar adamı ikna etmeye:
-Seni padişah istiyor, der.
Uzun bir uğraş sonucu adamı ikna eder. Adam “peki” der ve eşeklerine biner yola çıkarlar. Yolda giderlerken İncili Çavuş adama der ki:
Seninle biz artık ortak olduk, seni bu makama ben getirdim. Padişah sana ne kadar altın verirse benimle paylaşacaksın, der.
Gece-gündüz demeden yol alırlar, İstanbul’a gelirler. Sarayın yolunda ilerlerken İncili Çavuş kendi kendine konuşmaya başlar:
Ben bu adamı buraya getirdim ama padişah benim yerime bu adamı alırsa ben ne olacağım, der. Bu adamdan kurtulmalı ama nasıl olacak bu iş, der.
Adama dönerek:
-Arkadaş sen burada bekle, benim şurada birini görmem gerekir, işim bitince gelirim, der.
İncili Çavuş oradan uzaklaşır. Adam bekler, aradan bir gece bir gündüz geçer. İncili Çavuş gelmez. Adam aç susuz perişan olur. Elini cebine sokar bakar ki yedi buçuk kuruş parası var. İki buçuk kuruşuna yiyecek alır, geri kalan beş kuruşu sermaye yapayım der. Adam düşünür, ne alayım ne satayım? Aklına tuz satmak gelir. Biraz kar edersem yol param çıkar ve memleketime giderim deyip bir tuz satıcısına gider. Biraz tuz alır, eşeğine yükler başlat “tuzcu geldi” diye bağırmaya. Fakat adam tuzcu demeye başlamadan eşek zırlar. Adam tu... demeden eşek zırlar. Adam eşeğe kızar ve sopayla vurmaya başlar: “Bu tuzu sen mi satacaksın, ben mi” diye söylenmeye başlar. Bu durumu padişah görür, hemen emir verir. Askerler adamı alıp getirirler. Tam kapıda İncili Çavuş ile karşılaşır. İncili Çavuş adamı görünce,
-Aman benim ortağım seni kayıp ettim, kusura bakma, diye yalan söyler.
Adamın arkasından koşar ve kulağına eğilir:
-Bak arkadaş, biz seninle ortağız unutma. Padişah ne verirse yarısı benim, der.
Adam padişahın huzuruna çıkar. Padişah kızar:
-Neden hayvanı dövüyorsun, der.
Adam başından geçenleri bir bir anlatır. “Bu tuzu ben mi satacağım, yoksa eşeğim mi” der. Padişahın hoşuna gider:
-Dile benden ne dilersen, der.
-Sağlığını, der adam.
Birkaç kez padişah tekrarlar, yine:
-Sağlığını.
Son kez soruyorum. Adam:
-Bir şey isteyeceğim. Yerine getireceğinize söz verin padişahım, der.
-Peki.
-Benim ayağımım altına yüz adet sopa vurulsun.
Padişah emir verir:
-Yüz adet sopa vurun bu asi adama, der.
Başlarlar vurmaya .... 30-40-45..48-49-50 deyince hemen “durun” diye bağırır. Padişah “ne oldu” diye adama sorar. Adam:
-Dışarıda ortağım var, der.
Alırlar İncili Çavuşu geri kalan 50 adet sopayı vurular ayaklarının altına. (Atilla TEMUÇİN)

167- EŞEĞİNİ ARAYAN ADAM
Bir gün adamın biri eşeğine biner ve İstanbul’a gelir. Adam eşeğini çok sever, hiç yanından ayırmaz. Nereye gitse onu da götürür. Haydarpaşa istasyonuna gelir, şehrin caddeleri çok kalabalık olduğu için eşekle gitmesi zor olacağından dolayı eşeği kime emanet edeyim nereye bağlayayım diye düşünüp  karar verir. En sağlam şu duran vagonun demirleri diyerek ve eşeği yularından sıkıca vagonun demirine bağlar. İşerini takip etmek üzere yola koyulur. İşlerini bitirince istasyona gelir. Birde ne görsün ne eşek var ne de vagon. Başlar herkese sormaya:
-Aman benim eşeği gördünüz mü”.
Kimi güler, kimi üzülür. Bu sokak şu cadde derken akşam olur. Çok yorulur. Bir sokakta yürürken bakar  ki bir evin kapısı yarı açık duruyor. Hemen içeri girer b kimseler yok. Odanın birinde bir karyola, üzerinde yatak hemen yatıp uyuyayım diye düşünür. “Üzerine yatarsam beni görürler, en iyisi ben karyolanın altına yatayım” diyerek hemen yatar. Aradan epey zaman sonra evin sahibi bir kız ve erkek gelir. Karyolanın üzerine otururlar. İki genç sevgili başlar güzel sözler söylemeye. Kız:
-Canımsın.
Genç başlamış kızın güzelliğinden bahsetmeye:
-Canım benim, öyle güzel gözlerin var ki, inan gözlerinde İstanbul’u seyrediyorum.
Adam karyolanın altından fırlar:
-Aman oğlum iyi bak bakalım benim eşeği de görebiliyor musun?
(Atilla TEMUÇİN)

168- SİZİN ORALARININ Kİ...
Karadenizlinin biri Kayseri’den bir otobüs almış. Şehir çıkışına kadar otobüsü Kayserilinin kullanmasını rica etmiş. Kayserili direksiyona geçmiş. Şehir dışına doğru gidiyorlarmış. Fakat otobüs o kadar yavaş gidiyormuş ki eşekler bile otobüsü geçiyormuş. Karadenizli dayanamamış sormuş:
-Ya hemşehrim bu otobüs daha hızlı gitmez mi?  Baksana eşekler bile bizi geçiyorlar, deyince bizim Kayserili:
-Bunlar Kayseri eşeği sen merak etme, sizin oraların eşeği geçemez, demiş. (Mustafa BAYRAM)

169- REST
Avukat Rahmi Bey iyi bir poker oyuncusuydu. Poker oynamayı da
pek severdi. Bir gün akşamdan sabaha kadar oyun partisinde kaldıktan sonra önceden hazırladığı ve çantasında unuttuğu bir mektubu postaya vermek üzere oyun mahallinden yazıhanesine giderken postaneye uğradı. O yıllar mektupları 6 kuruşa gönderildiği yıllar. Gişeye yanaşan Rahmi Bey zarfın üzerin 5 kuruş koyarak memura uzattı. PTT memuru Mustafa Ganışıh:
-Bir kuruş daha.
Rahmi bey akşamdan kalma alışkanlıkla cevabı yapıştırdı:
- Rest. (Asım YAHYABEYOĞLU)

170- YARISINI SEN YARISINI BEN
Beyaz eşya ticareti ile uğraşan S.P. nin buzdolabı sattığı bir müşterisi önceden borçlandığı halde borcu ödemek istememiş ve hatta imzasını inkar etmiş. Olaydan çılgına dönen S.P. bir öfkeyle dükkanından fırlayıp soluğu yakın dostu O.A. nın yazıhanesinde almış.
- Gardaşım O.A.,  şu senette imzası olan pezevenk hem borcunu vermiyor, hem de imzasını inkar ediyor. Vallahi de billahi de imza o dürzünün. Ama benim değil diyor. Al şu senedi bu ahlaksızı sıçırt, yarısını sen ye yarısını ben. (Asım YAHYABEYOĞLU)

171- ONLARDA SENİN
Geyik Ali Ağa koyu bir CHP muhalifi, karısı da koyu bir CHP’li. 27 Mayıs ihtilalinin CHP’lilerin kışkırtmaları sonucu meydana geldiğine inandığından olacak 27 Mayıs sabahı elinde tespih evin içinde bir ileri bir geri öfkeli öfkeli yürüyor. Bir yandan da ihtilali yapanlara, CHP’lilere ana avrat küfrediyormuş. Kocasının küfürlerine dayanamayan eşi aynı öfkeyle Ali Ağaya diklenmiş:
-Onlarda senin evradını.... (Asım YAHYABEYOĞLU)

172- AHİRETTE GÖRENLER
Adamın ödünç ve borç aldığı  şeyleri geri vermemek gibi bir huyu
varmış. Borç taktığı bir dükkan komşusu alacağını istemiş tahsil edemeyince:
-Ayıp ayıp boyundan posundan utan. Ahirette alacakları peşine düşse, görenler bu hangi peygamber diye şaşırır kalırlar, demiş.
(Asım YAHYABEYOĞLU)

173- GÜL ÇAVUŞ MEHMET AĞA
Köyünden kalkıp alışveriş için şehre gelmişti. Hacı efendi
çarşısında bir manifaturacının önüne heybesini bırakıp selam verdi.
  Dükkancı:
-Hoş geldin ağa. Adın ne senin bakalım?
-Gül Çavuş Mehmet Ağa...
-Bak arkadaş, gül mevsimi geçti. Çavuşluk askerde kaldı. Ağa ananın uydurması. Sen şuna doğruca Mehmet de...
(Asım YAHYABEYOĞLU)

174- OĞLAN DOĞURACAK KIZI
Nevşehirli Mal Müdürü Süleyman bey Kayseri’den evlenmiş. Peş
peşe beş kızı olmuş. Bir gün  sohbet esnasında yakın dostu Cıngıllıoğlu Salih Efendiye bu durumdan şikayetçi olunca, Salih Efendi:
-Kayserili oğlan doğuracak kızı sana hiç verir mi? Demiş.
(Asım YAHYABEYOĞLU)

175- BEŞ HASTA VAR
Semih Lütfü Kitapevi Ethem İzzet Benice’nin “Üç Hasta Var” adlı
Eserini yayınlamış. Hemşehrimiz Behçet Kemal Çağlar kitabı hicvetmek amacıyla şöyle yazmış: “Beş hasta var, üçü kitapta, biri yazarı, biri naşiri”.
(Asım YAHYABEYOĞLU)



176- PİDENİ YERİM PİDENİ  
Zeki Yahyabeyoğlu İstasyon lokalinden çıkarak bir taksiye biner.
Aylardan Ramazan vakit iftara yakın. Taksi biraz hızlıca gitmekte iken Arif Molu’nun apartmanının önünden bir genç kız ellerinin üzerinde iki pideyle karşıya geçmek üzere yola atlar. Otomobil büyük bir cayırtı ile durduysa da kızcağız hiç istifini bozmadan yolu geçiyor. Şoför çılgına döner ama küfredemez. Hem ramazan hem iftar vakti. Ön kapıyı açarak bir ayağını yere basıp öfkeyle kızın arkasından seslenir:
-Pideni yerim pideni. (Asım YAHYABEYOĞLU)

177- SOFA DAMINDAN UÇ
Ali Ağanın karısı tarikata girmiş. Gözü ne ev ne kova ne evlat
görmüyormuş. Gece gündüz vaktini hu çekerek geçiriyormuş. Adamın canına tak deyince bir gece sabaha karşı usulca zerzeniye inerek oradan:
-Ya Ayşe sen eriştin, uç uç, diye seslenmiş.
Ayşe hanım büyük bir heyecanla gaipten gelen sese sormuş:
-Nereden uçayım ya Resul Allah?
-Sofa damından uç, sofa damından uç
Ayşe hanım pür heyecan sofa damına çıkmış. Sonuç malum...
(Asım YAHYABEYOĞLU)

178- HAYRET EMMİNİNKİNDE DE BÜYÜĞÜ VARMIŞ
Bünyanlı Hasan Hüseyin Emmi “Kayseri’yi bir göreyim” demiş, eşeğine binmiş Kayseri’ye gelmiş. Kayseri’ye varınca bir ağanın konağında,  konuk olacağının hayalini kuruyormuş. Şehre girince bir ağa konağı sormuş. Kendisine civardaki hanı göstermişler. Hana girip, eşeğini bağlamış. “Hayret,  Hasan Hüseyin ağanınkinden de büyüğü varmış”, diye aklından geçirerek ahırdan çıkarken hancı arkasından yetişmiş. Ağanın omzuna dokunmuş:
-Ağa para vermeyecen mi?
-Ne parası?
-Han parası
-Ne kadar?
-60 para.
Hasan Hüseyin Ağa 60 parayı vermiş ve arkasından seslenmiş:
-İmanımın uyanık Kayserilisi. Ben de seni bir ağa sanmıştım.
(Asım YAHYABEYOĞLU)

179- DEFTERDE YER OLURSA
Yakın bir arkadaşı rahmetli Taki Cebeci’ye sorar:
-Şu şu haltları, şu şu kusurları işledim. Acep Allah günah yazar mı?
Arkadaşını iyi tanıyan Taki bey cevap verir:
-Yazmasına yazar da defterinde yer bulursa...
(Asım YAHYABEYOĞLU)


180- BİR GECE ONDASIN BİR GECE BENDE
İki katlı bir evde mutlu bir yaşantıları varmış. Hatice Hanım büyük bir şanssızlık eseri felç olmuş. Yatalak hale gelmiş. Evine, eşine, işine bakamadığı gibi kendisi bakıma muhtaç bir duruma düşmüş. Eşi Mustafa Ağanın çok zorda kaldığını gözleyen yakınları onu evermeye karar vermişler. Amaçları eve, aşa, bu arada yatalak hastaya bakacak biri olsun. Münasip bir aday bulmuşlar. Baş göz etmeyi başarmışlar. Evin üst katı eski hanımı alt katı yeni hanıma tahsis edilmiş. Gerekli düzenlemeler yapılmış. Mustafa Ağa gerdeğe girecek arkadaşları kapıdan içeri itmişler. Karanlıkta ayağına bir şey dolaşmış. Felçli karısı sürünerek aşağı kadar inmiş kocasını bekliyormuş. Yalvaran bir sesle kocasına:
- Bak sonra hakkımı helal etmem. İki elim yakanda, bir gece ondasın bir gece bende.... (Asım YAHYABEYOĞLU)

181- ANNEN NE DEDİ KIZIM
Öğretmen Muzaffer Hekimgil ilkokul birinci sınıfa başlayan öğrencilerin ilk dersinde kalem, defter, silgi gibi malzemelerini denetler.
Bir kısım öğrencilerin kurşun kalem yerine kopya kalem getirdiğini görünce öğrencilere tembih eder:
-Kopya kalem kullanmayacaksınız. Getirenler yarın onu kurşun kalem ile değişsin.
Ertesi gün yaptığı kontrolde sadece bir kız öğrencinin kopya kalem getirdiğini görür ve:
-Kızım hani kurşun kalem getirecektin. Söylediklerimi annene  söylemedin mi?
Çocuk safiyane cevap verir:
-  Söyledim.
-Peki ne dedi?
-Öğretmeniyin lafına oss.......yım dedi öğretmenim.
(Asım YAHYABEYOĞLU)

182- BİR NAMIK KEMAL’İN BABASI OLABİLİRİM
Kayseri Halkevinde vatan şairi Namık Kemal’i anma toplantısı yapılıyordu. Bilindiği gibi Namık Kemal’in babasının adı Asım’dır. Ön sıralarda oturan halkevi başkanı Kazım Yedekçioğlu bloknotundan kopardığı kağıda bir şeyler yazarak arka sırada oturan Asım Yahyabeyoğlu’na uzattı. Kağıtta “Bak Asımcığım bir Namık Kemal olamadın” yazılı idi. Yahyabeyoğlu oracıkta aynı kağıdın arka yüzüne yazdığı notu Kazım beye uzattı: “Namık Kemal olamadım ama belli olmaz. Bir Namık Kemal’in babası olabilirim.”
(Asım YAHYABEYOĞLU)  

183- B.K.DEŞİRİN GELİN
Ahmet ve Mehmet 8-10 yaşındalar bağda göçülüler. Bağlarda çocuklar sığırlarını kurumuş dışkılarını (tezek) toplayıp eve getirirler. Anneleri onu yakacak olarak kullanır. Kır ocağında yakıp üzerinde yemek yapar, ekmek (bazlama) pişirir.
Yine böyle bir akşamüzeri tezek stokunun tükendiğini gören Adviye Hala bağda oynamakta olan çocuklarına seslenir.
-Ulan Ahmet, ulan Mehmet... B.k. deşirin (toplayın) gelin, şimdi babanız gelecek ne yiyecek? (Asım YAHYABEYOĞLU)

184-İÇİNDEN DEVE ÇIKACAK DEĞİLDİ YA!
Valilerimizden  rahmetli Nazmi TOKER denetim ve gezi amacıyla Erkilet bucağına gitmiş.Bucak halkı vali beyi karşılayıp gereken hürmeti göstermişler. Mevsim yaz köy kahvehanesinin önünde sohbet başlamış. Vali beye Türk kahvesi ikram edilmiş. Aksilik buya kahveden bir sinek çıkmasın mı? Vali bey öfkelenmiş ve başlamış söylenmeye ileri gelen yaşlılardan:
- Biri ne kızıyon Vali Bey 100 paralık kahveden deve çıkacak değil ya.
(Asım YAHYABEYOĞLU)

185- İRTİFA KAÇ?
Kayseri Hava İkmal Merkezinin Havagücü Spor Kulübü vardı. Mahalli ligde birinci olunca maç yapmak üzere Adana’ya gitmesi gündeme gelmiş. Hava İkmal Merkezi Genel Müdürü ve Komutanı Pilot Tuğgeneral Mehmet Ali PEKMAN, Beden Terbiyesi Bölge Müdürü İbrahim BAMYACIOĞLU ve Beden Terbiyesi Bölge Saymanı Zeki YAHYABEYOĞLU birlikte takımla Adana’ya gitmişler. Maçı Havagücü kazanmış. Keyifli bir şekilde Kayseri’ye dönmekte iken İncesuyu geçtikten sonra Paşa’nın otomobili yeni sürülmüş herk bir tarlaya uçmuş. Bereket 4 tekerliğinin üstüne düşmüş. Bu nedenle de toprağa gömülmüş kapıları açılmaz olmuş. Mehmet Ali Paşa ön koltukta uyuyormuş. İbrahim ve Zeki beyler telaşla Paşa’ya:
-Paşam uçtuk uçtuk uyanın, diye seslenmişler.
Paşa kayıtsız bir şekilde sormuş.
-İrtifa kaç?  (Asım YAHYABEYOĞLU)

186- KIBLE NE TARAF
Rahmetli Mehmet Turnacıoğlu uçakla Ankara’ya gidiyormuş. Uçak
havalandıktan biraz sonra Turnacıoğlu zile basıp hostesi çağırmış:
-Namaz vakti geldi kızım kıble ne taraf?
Hostes hanım meslek yaşamında hiç karşılaşmadığı bir soruya muhatap olmuş. Bir an duralamış, sonra:
-Bir dakika müsaade edin kaptana sorayım, demiş.
Kokpite kadar gidip döndükten sonra:
-Kaptanın selamı var, Ankara’ya kadar sabretsinler. Orada kaza ederler diyor, demiş. (Asım YAHYABEYOĞLU)



187- ALDIĞINI GETİRSEYDİN
Hacı Seyit Mehmet Ağa yardımsever, kimseyi incitmeyen, insanlara iyilik ve yardım edinmeyi şiar edinmiş kişiliği ile ün edinmiş bir insanmış. Bir gün bir tanıdığı hocadan beş lira ödünç istemiş. Hoca efendi dükkanın ön kısmında üzerinde oturduğu minderin ucunu kaldırıp oradan aldığı beş lirayı adama uzatmış. Aradan zaman geçmiş, aynı kişi yine gelmiş. Hocadan bir beş lira daha ödünç istemiş. Hoca minderin ucunu kaldırıp bakmış ve:
-A evladım, burada para yok. Geçenlerde aldığın parayı getirseydin yine buradan alıp götürürdün, demiş. (Asım YAHYABEYOĞLU)

188- ARMENEK
Mehterin Yunus Ağanın Armenek adında gayrimüslim bir katibi
vardı. Bir gün Armenek’in karısı hastalandı. Armenek ağanın huzuruna çıkıp ilaç almak için para ihtiyacını söyleyince ağa büyük bir iyi niyetle :
-Oğlum Armenek, şimdi ilaca niye para vereceksin. Geçenlerde kadınım hastalanmıştı. Doktor bir sürü ilaç verdi. Ama hiç birini içmedi. Eve git o ilaçları al hastana içir. (Asım YAHYABEYOĞLU)

189- KAFI GAYIN OKUYANLARDANIK
Yüzbaşı birliğine yeni gelen erleri tanımak istiyormuş. Sabah
içtimasında erleri dizmiş ve:
- Sivaslılar bir adım öne çıksınlar.
Birkaç Sivaslı çıktı.
- Nevşehirliler bir adım öne çıksın. çıktılar.
- Kayserililer bir adım öne çıksınlar.
Birkaç er öne çıkmışlar. Tam bu esnada arkadan bir el kalkmış.
-Yüzbaşım şu yanı başında duran arkadaş Kayserili değil.
Yüzbaşı işaret edilen çocuğu yanına çağırdı.
-Sen nerelisin?
-Gonyalıyım.
-Niçin Kayserililer ile çıkıyorsun?
Er muzip bir şekilde cevap verdi:
- Ne fark eder yüzbaşım. Ha Gayseri ha Gonya ... Kaf’ı Gayın okuyanlardanık. (Asım YAHYABEYOĞLU)

190- NE ÇABUK UNUTTUN
Kuşoğlu Bekir Efendi öğretmen okulunu bitirip geldikten sonra
Billur Bağlarında otururken karşı tepeleri  işaret ederek:
-Şu tağlar, ne tağları, diye güya dil kırmış.
Yakın arkadaşı pastırmacı Faik Sarıyazgan:
-Ne çabuk unuttun Bekir, b.k deşirdiğimiz (tezek) dağları.
(Asım YAHYABEYOĞLU)    
   


191- KAPIYA BASTIRILACAK ALET DEĞİL
Rahmetli Ahmet Hilmi Güçlü Düvenönün’de Asım YAHYABEYOĞLU’na rastlamış. Yahyabeyoğlu hocanın elini öpüp hatırını sormuş. Hoca:
-Kulak asma iyi değilim.
Yahyabeyoğlu:
-Hayrola hocam, diye sormuş.
Hoca:
-Doktorlar damar sertliği diyorlar. Yaşlılıktan ileri gelirmiş. İhtiyarlık kapıya bastırılacak bir alet değil. Niye dersen? İnsan ihtiyarlayınca yumuşak durması gereken yerleri sertleşiyor. Sert durması gereken yerleri yumuşuyor.
(Asım YAHYABEYOĞLU)

192- EKMEK Mİ KETE Mİ YERSİNİZ?
Hacı Seyit Mehmet Ağa Hisarcıktaki bağını belletmek için amele götürmüş. Bir süre çalışan işçiler:
-Ağa karnımız acıktı. Bize biraz yemek ekmek getirsen, demişler.
Hacı:
-Şimdi ekmek mi yersiniz yoksa biraz bekler kete mi yersiniz, diye sormuş.
Ameleler:
-Çoktandır kete yemedik, biraz daha sabredelim kete yiyelim, demişler.
Bir vakit sonra hacı efendi sofrayı kurmuş ekmekleri getirmiş. Kete bekleyenler umduklarını bulamamanın düş kırıklığı ile:
-Hacı efendi hani bize kete yedirecektin ne oldu?, diye sorunca hacı efendi cevabı kondurmuş.
-Oğlum insan acıkınca ekmek kete olur, der. (Asım YAHYABEYOĞLU)

193- ESKİ ZAMANLARIN HATIRASINA BİR DAYAK
Uzunyayla’da etnik kabileleri bir arada tutan kültürler mozaiğidir. Pınarbaşı’nın Yukarı Boran köyü daha önce Çerkezlerin çoğunlukta olduğu bir köydür. Ali Çavuş kabilesi de bu köye göçmüş. Köyde büyük zorluklarla karşılaşmış. Her gün kavga nizah... Yıllar bu şekilde akıp gitmiş. Artık Ali Çavuş ve akranları yaşlanmışlar. Köyde kavga ettiği komşuları, arkadaşları birer ikişer bu dünyadan göçüp gitmişler.
Harman zamanı bakmış ki Ali Çavuş, kendini yıllar önce döven bir komşusu geliyor. Çocuklarını, kabilesindeki gençleri toplamış.
-Bakın, şu gelen adam zamanında bana çok kötülük etti. Bizim harmanın yanından geçerken, harmanımızı niye çiğniyorsun diye bir bahane atın ortaya, dövün adamı. Ben size höt hüt der, biraz kızarım, demiş.
Adam, harmanın yanından geçerken gençler:
-Ulan harmanımızı niye çiğnedin, diyerek yabalarla dirgenlerle adama vurmaya başlamışlar. Ali Çavuş saklandığı yerden çıkarak:
-Ulan namussuzlar, babanız dedeniz yaşındaki adamı dövmeye utanmıyor musunuz, diye bağırıp çağırmaya başlamış.
Yerde yatan adam eliyle ağzının kenarını silerken:
-Vallaha Ali Çavuş büyük adam diyordum da kimse inanmıyordu, demiş.
(Ziya Şahin)

194- BASTONA DAYANA DAYANA
Kayseri eşrafından Cıngıllıoğlu’nun Nuh Naci Ağa, bağına bir Kıbrıs eşeği ile gider gelirmiş. Bir ayağı aksayan ve baston kullanan Esat Ağa ise katırla. Bir gün Nuh Ağanın eşeği aksamaya başlamış. Esat Ağa yolda yetiştiği Nuh Ağaya saygıda kusur göstermek istemediği için geçmezmiş. Yanında durur ama takılmadan da edemezmiş:
-Nuh Ağa eşeğin yiğit derdin. Sürsene niye ağırdan alıyorsun?
Nuh Ağa dostuna cevabını yapıştırmış:
-Esat Ağa bizim eşek ağa adamdır. Bastonla yürümek istiyor bugün. İşin acele ise sen sür git. (Nevzat TÜRKTEN)

195-ASKER ARKADAŞLAR
Kayserili Mehmet Ağa, Çanakkale’ye askerlik görevine gider. Orada
Trabzonlu Cengiz ile aynı bölükte görev alır ve onunla tanışıp candan arkadaş olurlar. 36 ay askerlik süresince birbirlerine kenetlenir kan kardeşi olmaya karar verirler. Derken askerlik bitiminde Mehmet Ağa Kayseri’ye, Cengiz Ağada Trabzon’a döner. Aradan 25 yıl geçer. Birbirleri ile sadece mektupla iletişim kurarlar. Cengiz Ağa bir gün yol güzergahı Adana’ya giderken Kayseri’de iner ve askerlik arkadaşını ziyaret için evine gider. Hoş-beşten sonra hal-hatır sorulur. Cengiz Ağa üç tane çocuğu olduğunu bunların ziraat ile uğraştığını  söyler. Kayserili Mehmet Ağa ise dört tane oğlu olduğunu bunları iki tanesinin akıllı iki tanesinin de akılsız olduğunu söyler.
-O nasıl oluyor diye Cengiz Ağa sorar.
Mehmet Ağa akıllı olan bir tanesi kundura dükkanı açtığını diğerinin ise giyecek üzerine dükkanı olduğunu , diğer ikisinin ise birinin öğretmen diğerinin ise memur olduğunu söyler. Cengiz Ağa kızar:
-  Ulan sen nasıl konuşuyorsun okuyan mı okumayan mı akıllı?. Ben bu iş anlayamadım der. Mehmet Ağa ticaretle uğraşanlar has Kayserili okuyanlar ise Trabzonludur, der. (Dursun KIZILIŞIK)

196-  OSMANLI KADINI
Anadolu’da Osmanlı diye tabir edilen kadınlarımızdan biri ilçemize
bağlı Ganişeyh köyünde aile içerisindeki otoriteyi eline almış. Bu anamız sadece otoriteyi değil parayı da eline almış. Bir gün beyine 10 lira para vererek Akkışla’ya gidip bozdurmasını tembih etmiş. O da Akkışla’ya gelerek parayı bozması için bakkala uzatmış. 10 lirayı alan bakkaldaki kişi 7,5 lira vererek amcayı göndermiş. Amca köye gittiğinde parayı karısına vermiş. Karısı parayı sayıp 2,5 liranın eksik olduğunu görmüş ve paranın 2,5 lirasını ne yaptığını sormuş. Ana Osmanlı da baba Osmanlı değil mi! O da hemen cevabı vermiş:
-Hey avradını ... kızı elin adamı parayı bedavaya mı bozacak.
(Turan AKŞİT)

197-  ÇANAĞIN MARİFETİ
Ticarette ün yapmış Kayserili iş adamlarımızın yurt içinde olduğu
gibi dünyada da ünü duyulur. Bunu duyan İsrailli bir esnaf :
-Bu nasıl olur, dünyada ticarette bizim üzerimize insan yoktur.
Bunun için Kayseri’ye gelir. Tam çarşı ortasında yürürken eski bir bakkalın önünde bir kedi bir çanaktan karnını doyuruyor. İsrailli bir çanağa bakar, bir de kediye. Çanak çok pahalı antika bir tas. Hemen, Kayseriliyi bir kandırayım diye düşünür:
-  Efendim şu kediyi bana satar mısın?
- Satarım.
İsrailli kediyi alır. Fakat gözü çanaktadır. Biraz gezer dolaşır:
-Efendim bu kedi bu çanaktan yemeye alışkın. Ne olur şu çanağı da verin, der.
Kayserili:
-Efendi ben o çanağın yüzü suyu hürmetinde günde 20 tane kedi satarım, der. (Ahmet KILIÇLI)

199- TANRI ULUDUR, TANRI ULUDUR
Camikebir Mahallesinde Cin Padişahı namıyla bilinen merhum Mustafa Bediz, Camikebir’de müezzinlik yapmaktadır. Caminin biraz yakınında Sadilerin Kayanın altında da kendisinin bahçesi vardır. O devirde de ezan Türkçe okunuyor.
Padişah Emmi, minareye çıkar vaktin ezanını okumaya başlar:
-Tanrı uludur, Tanrı uludur!
Bu arada gözü bahçeye ilişir ki başıboş hayvanlar bahçesinde dolaşıyor. Bu durumu karısı Nazile Hanım’a duyurmak için ezanın devamını şöyle getirir:
-Nazile gedene (bahçe) hayvanla doludur! (Ali Cengiz)

200- BU RENK, BU GÜN OLMASIN
Develi’de yaşayan Seyrani Babanın ineği ölür. Niğde’deki ahbabı
Kuddisi babaya mektup yazar. “Kardeşim çocukların ineği öldü, bana bir inek bul. Yalnız sarı olmasın, kırmızı, siyah v.b. bütün renkleri sayarak zikredilen renklerden olmasın” der. Kuddisi Baba mektuba bir göz atarak cevap yazmaya başlar. “Dostum istediğin ineği buldum. Almaya Pazartesi gelme, Salı gelme, bütün günleri sayarak bu günlerde gelme” der. Seyrani Baba mektubu alır bakar, haftanın bütün günlerinde gelme diyor. Seyrani Baba düşünür ne zaman gitsem diye. Hemen zekasını kullanarak bayram günü gider. Kuddisi Baba:
-Neden bugün geldin, bugün Salı, der.
Seyrani Baba:
-O zaman yola çıkalım gelene gidene soralım bugün ne?
Yola çıkmışlar gelene gidene sormuşlar. Herkes bugün bayram demiş. Böylelikle Seyrani baba iddiasında haklı çıkmış.
(Musa GÜNAÇ) 

Yorumlar